Sosyal Darwinizm
Ve
Kayırılmış Irklar Yalanı

Dünya
tarihinin pek çok döneminde ırkçı toplumlara, yöneticilere ve
uygulamalara rastlamak mümkündür. Ancak ırkçılığa ilk kez sözde bilimsel
bir geçerlilik kazandıran kişi Darwin olmuştur. Darwin’in Türlerin
Kökeni adlı kitabının alt başlığı The Preservation of Favored Races in
the Struggle for Life (Hayat Mücadelesinde Kayırılmış Irkların
Korunması) idi.
Darwin’in “kayırılmış ırkların
korunması” hakkında yazdıkları ve özellikle İnsanın Türeyişi
kitabındaki bilim dışı iddiaları, Almanların Aryan ırkının, İngilizlerin
ise Anglo Saksonların üstün oldukları yanılgılarını desteklemekteydi.
Ayrıca, Darwin’in doğal seleksiyon teorisi, kıyasıya bir hayatta kalma
mücadelesinden söz ediyordu. Bu “orman kanunu” insan toplumlarına
uygulandığında, ırklar ve milletler arasında çatışma ve savaşların baş
göstermesi kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu. Irkçı ve savaşçı
yöneticilerden felsefecilere, politikacılardan bilim adamlarına kadar
dönemin önde gelen birçok ismi, Darwin’in teorisini sahiplendi. North
Carolina Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Karl A. Schleunes The
Twisted Road to Auschwitz (Auschwitz’e Giden Dolambaçlı Yol) adlı
kitabında, ırkçıların Darwin’in teorisini hemen kabullendiklerini şöyle
açıklar:
Darwin’in hayatta kalma mücadelesi fikri,
ırkçılar tarafından hızla kabul edildi… En son (sözde) bilimsel
görüşlerin meşru kıldığı bu tip bir mücadele, ırkçıların savunuculuğunu
yaptıkları yüksek ve aşağı insan kavramının doğruluğunu kanıtladı… ve
bunlar arasındaki mücadeleyi geçerli kıldı.
37

1863 yılında, kırbaçlanarak işkence gören ve sonra kaçmayı başaran bir
zenci köle. Bu yıllarda Amerika’da köleler genellikle kırbaçlanarak veya
daha ağır yöntemlerle işkence görüyorlardı.
|
Schleunes’in kitabında söz ettiği, “Darwin’in kuramının ırkçıların
insan sınıfları ile ilgili görüşlerini doğrulaması” konusu elbette
ırkçıların bakış açısını yansıtmaktadır. Irkçı fikirleri savunanlar
Darwin’in ortaya attığı iddialarla, sapkın görüşlerine kendilerince
bilimsel bir dayanak bulduklarını sanmışlardır. Oysa, Darwin’in
iddiaları hiçbir bilimsel temele dayanmadığı gibi, kısa süre sonra
teorinin geçersizliğinin bizzat bilim tarafından gözler önüne serilmesi,
ırkçıların ve Darwin’in cehalet dolu görüşlerini temel alan daha pek
çok akımın yanılgı içinde olduklarını göstermiştir.
20. yüzyılda, Darwinizm’den aldığı destekle, ırkçılığı en şiddetli
şekilde uygulamaya koyan güç, elbette ki Nazi Almanyası’dır. Fakat sözde
“bilimsel” ırkçılığın geliştiği tek yer Almanya olmadı. Başta İngiltere
ve Amerika olmak üzere birçok ülkede ırkçı görüşe sahip yöneticilerin
ve entelektüellerin sayısı giderek artarken, bir yandan da ırkçı yasalar
ve düzenlemeler baş gösterdi.
19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında evrimcilerin neredeyse tamamı
ırkçı görüşlere sahipti. Birçok bilim adamı, ırkçı görüşlerini açıkça
savunmaktan çekinmiyordu. O dönemde yazılmış olan kitaplar ve makaleler
bunun en somut örnekleridir. Southern Illinois Üniversitesi’nde tarih
profesörü olan John S. Haller, Outcasts from Evolution: Scientific
Attitudes of Racial Inferiority (Evrimden Mahrum Bırakılanlar: Irksal
Aşağılanmaya Bilimsel Bakış) adlı kitabında 19. yüzyılda evrimcilerin
tamamının beyaz ırkın üstünlüğü ve diğer ırkların ise aşağı ırk
oldukları yalanına inandıklarını anlatır. Scientific American dergisinde
bu kitap hakkında yazılan bir makalede şöyle denmektedir:
Bu, uzun süredir hakkında şüpheler olan bir
konuyu delillendiren son derece önemli bir kitaptır: Kuzey Amerikalı
bilim adamlarının, 19. yüzyıl boyunca (ve 20. yüzyılda da) köklü ve katı
bir şekilde, neredeyse ittifakla kabul ettikleri ırkçılık… Daha en
başından, Afrika kökenli Amerikalılar, bu entelektüeller tarafından bazı
yönlerden ıslah edilemez, değiştirilemez ve kesinlikle aşağı olarak
değerlendiriliyorlardı.
38
Science dergisinde yayınlanan bir başka yazıda ise aynı kitaptaki bazı iddialar için şu yorumda bulunuluyordu:
Viktorya döneminde yeni olan şey
Darwinizm’di… 1859 öncesinde, birçok bilim adamı siyahların beyazlarla
aynı türden olup olmadığını sorgulamıştı. 1859′dan sonra, evrimsel plan
-özellikle Afrikalı Amerikalıların beyazlarla olan yakın ilişkilerindeki
mücadelelerinde hayatta kalıp kalamayacakları gibi- yeni soruların
ortaya atılmasına neden oldu. Son derece önemli olan cevap her yerde
yankılanan bir “hayır”dı… Afrikalı aşağı idi, çünkü maymunlarla
Cermenler arasındaki “kayıp halkayı” temsil ediyordu.
39
Kuşkusuz bu, hiçbir gerçeklik payı olmayan bir iddiadır. İnsanların
derilerinin farklı renklerde olması, farklı ırk veya etnik kökenlere
mensup olmaları, birini diğerinden daha üstün veya daha zayıf kılan bir
durum değildir. 19. yüzyılda bu yanılgının hakim olmasının temel
nedenlerinden biri ise, dönemin ilkel bilimsel koşulları nedeniyle
çoğunluğa hakim olan cehalettir.
19 ve 20. yüzyılın ırkçı görüşleriyle tanınan bilim adamlarına
verilebilecek örneklerden bir diğeri Princeton Üniversitesi’nden
Amerikalı biyolog Edwin G. Conklin’dir. Conklin, diğer ırkçı
Darwinistler gibi sapkın fikirlerini açıkça belirtmekten çekinmemiştir:
Herhangi bir modern ırkın Neandertal ya da
Heidelberg tipleri ile karşılaştırılması şunu gösterir… Zenci ırklar,
beyaz ve sarı ırklardan çok orijinal ırka (maymunsu atalara)
benzemektedir. Her faktör, beyaz ırkın üstünlüğüne inananları, ırkın
saflığını korumak, diğerlerinden ayrımını pekiştirmek ve sürdürmek için
çaba harcamaya yöneltmelidir.
40
Oxford Ünversitesi’nden paleontoloji ve jeoloji profesörü William
Sollas da 1911 yılında yayınlanan Ancient Hunters (Eski Avcılar) adlı
kitabında ırkçı görüşlerini şöyle ifade etmişti:
Adalet güçlünün elindedir ve her ırka gücü
oranında paylaştırılmıştır. Bir toprağı işgal için öncelik anlamı
taşımamasına rağmen, orada hak talep etmeyi sağlayacak olan güç
kullanımıdır. Bu nedenle, mümkün olan her yolu deneyerek güç artırımına
gitmek, her ırkın olduğu kadar insan soyunun da kendine karşı bir
görevidir. İster bilim, ister eğitim, ister savunma örgütlenmesi
alanlarında olsun, organik dünyanın güçlü fakat lütufkar hükümdarı olan
doğal seleksiyonun, bunu hızla ve sonuna kadar gerçekleştirmemesi bir
ceza, doğrudan doğruya bu görevin yerine getirilmemesi olacaktır.
41

20. yüzyılın ortalarına doğru, ırkçılık ABD’nin bazı bölgelerinde
yeniden tırmanışa geçti. Şiddete dayalı bir ideolojiye sahip olan Klu
Klux Klan örgütü, ABD’de ırkçılığın önde gelen savunucularındandı. Beyaz
ırkın üstünlüğü yalanını savunan ve siyahların sözde ikinci sınıf insan
oldukları gibi yanılgılar öne süren bu örgütün faaliyetleri pek çok
masum insanın hayatını kaybetmesine neden oldu.
|
Şunu belirtmek gerekir ki, adaletin güçlü olana ait olduğunu söylemek
toplumsal ve toplumlar arası büyük kaoslara yol açacak ciddi bir
yanlıştır. Adalet, koşulları ve imkanları her ne olursa olsun, rengine,
diline ve cinsiyetine bakılmadan tüm insanların eşit olarak
yararlanmaları gereken bir kavramdır. Gerçek adalet de budur. Darwinist
ırkçıların öne sürdüğü gibi “adaletin yalnızca güçlü olanlar için
geçerli olduğu” iddiası doğruyu hiçbir şekilde yansıtmayan bir haksızlık
ve adaletsizliktir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, her birey kendisi ve
içinde yaşadığı toplum için herşeyin daha güzelini, daha iyisini, daha
kalitelisini elde etmek isteyebilir. Bunun için özel emek de
sarfedebilir. Ama bunu yaparken başkalarına zarar vermeyi göze almak
hiçbir şekilde doğru değildir. Bunun aksini iddia etmek hem akla hem de
vicdana aykırıdır.
İlerleyen tarihlerde de, ırkçı olmadıklarını söyleyen evrimcilerin
dahi yazılarında -evrime olan inançlarının doğal bir sonucu olarak-
ırkçı görüşlere rastlanmaktadır. Bunlardan biri olan evrimci paleontolog
George Gaylord Simpson, her ne kadar kendisine ırkçı denmesine
kesinlikle karşı çıksa da, Science dergisinde yayınlanan bir makalesinde
evrim sonucunda ırksal farklılıklar oluştuğunu ve bazı ırkların
diğerlerine göre daha gelişmiş veya daha ilkel olduklarını iddia
etmiştir:
Evrim, farklı topluluklarda farklı hızlarda
ilerler. Bu nedenle birçok hayvan grubunda bazı türler daha yavaş
evrimleşirler. Dolayısıyla bu türler bugün bazı özellikleri ve hatta
genel yapıları açısından daha ilkeldirler. Birçoklarının sorduğu gibi,
insan ırkları içerisinde, benzer şekilde, bir yönden ya da genelde,
ilkel olanların olup olmadığını sormak doğaldır. Aslında, bir ırkta bir
özelliğin diğerine oranla daha gelişmiş ya da daha ilkel olduğunu bulmak
mümkündür.
42
Simpson tarafından ifade edilen bu batıl görüş hiçbir bilimsel
dayanağı olmamasına rağmen farklı çevreler tarafından ideolojik
kaygılarla benimsendi. Dönemin diğer bilim adamları da yazılarında,
konuşmalarında ve kitaplarında evrim teorisinin bilim dışı iddialarını
savunurken, bir yandan da ırkçılığa destek veriyorlardı. 20. yüzyılın
ilk yarısının önde gelen ırkçı ve evrimci antropologlarından ve o
dönemin Amerikan Doğa Tarihi Müzesi başkanı Henry Fairfield Osborn da
“The Evolution of Human Races” (İnsan Irklarının Evrimi) başlıklı
yazısında ırklar arasında kıyaslar yaparak hiçbir bilimsel delile
dayanmayan birtakım çıkarımlar öne sürmüştür:
Ortalama yetişkin bir zencinin zeka standardı, Homo sapiens (insan) türüne ait on bir yaşındaki bir genç ile benzerdir.
43
Bu bilim adamlarının ifadelerinde de görüldüğü gibi, 19. ve 20.
yüzyılda evrimci bilim adamları çoğunlukla ırkçıydılar ve bu sapkın
görüşlerinin taşıdığı tehlikeler görmezden geliniyordu. Amerikalı bilim
adamı James Ferguson, 19. yüzyılda başlayan sözde bilimsel evrimsel
ırkçılığın dünya üzerindeki tahrip edici etkisi hakkında şunları
söylemektedir:
19. yüzyıl Avrupası’nda ırk kavramı, gelişen
beşeri bilimler için bir endişe unsuruydu… İlk fiziksel antropologlar,
1930′larda Almanya’da ve günümüzde Güney Afrika’da geleneksel ırkçılığı
körükleyen -Aryan üstünlüğü- kavramının gelişmesine yardımcı oldular.
44
Evrimci Stephen Jay Gould ise, bir makalesinde evrimci antropologların ırkçı görüşleri için şöyle demektedir:
Irkların tanımlanması ve derecelendirilmesi
konusundaki tutkusunu değerlendirmedikçe… 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl
başı antropoloji tarihini yeterince anlayamayız.
45
Evrim teorisinin sözde bilimsel geçerlilik kazandırmasıyla, 19. ve
20. yüzyıl bilim adamları hiçbir çekinme ve tereddüt duymadan, “aşağı”
ırklar, insanlardan çok maymunlara daha yakın olan ırklar gibi hayali
kavramlardan söz edebilmişlerdi. Hitler gibi zalim ırkçı diktatörler
ise, bu ortamı fırsat bilerek milyonlarca insanı kendince “aşağı”,
“yetersiz”, “kusurlu”, “hasta” oldukları için katlettiler.
Darwin de Irkçıydı
20. yüzyıl ırkçılığın acımasızlığına ve merhametsizliğine birçok
kereler şahit olduğu için, günümüzde evrimcilerin büyük bir çoğunluğu,
19. yüzyıl evrimcilerinin aksine ırkçılığa karşı olduklarını söylerler.
Darwin’in adını da ırkçılık iddialarından kendilerince temizlemeye
çalışırlar. Darwin’le ilgili yazıların birçoğunda Darwin’e sözde
köleliğe karşı çıkan, müşfik, iyi niyetli, merhametli bir insan olduğu
izlenimi verilmek için özel bir çaba harcandığı görülür. Oysa, Darwin
gerçek anlamda ırkçıdır ve doğal seleksiyon teorisinin insanlar arasında
ırk ayrımına ve ırklar arasındaki çatışmaya bilimsel bir gerekçe olduğu
yanılgısına inanmaktadır. Darwin’in kitaplarında, bazı mektuplarında ve
özel notlarında ırkçılığına dair açık ifadeler bulunmaktadır. 19.
yüzyıl evrimcilerinin neredeyse tamamının ırkçı olmalarının en önemli
nedenlerinden biri, fikri önderleri olan Darwin’in de ırkçı görüşlere
sahip olmasıdır. Örneğin Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında
zenciler ve Aborijinler gibi bazı ırkların sözde aşağı ırklar
olduklarını ve hayatta kalma mücadelesi içinde, gelecekte elenerek
ortadan kalkacaklarını iddia etmiştir:
|
|
| Darwinistlerin aşağı ırk olarak gördükleri Aborijinler,
diğer insanlardan farkı olmayan bir ırktır. Sağda 2000 Olimpiyat ateşini
yakan Aborijin kökenli ünlü atlet Cathy Freeman. |
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın
bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden
silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da
kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları
arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki
Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden,
Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü
maymunlar kalacaktır.
46
Darwin, yukarıdaki sözlerinde bazı ırkları gorillerle bir tutmuş,
“medeni insan ırkları”nın “vahşi ırkları” yok edeceklerini, onları
yeryüzünden tamamen sileceklerini iddia etmiştir. Yani Darwin yakın bir
gelecekte meydana gelecek olan soykırımlardan, ırk katliamlarından söz
etmektedir. Nitekim Darwin’in bu felaket dolu “öngörüleri” gerçekleşmiş,
evrim teorisini kendilerine sözde bilimsel bir destek olarak gören
ırkçılar, 20. yüzyılda büyük katliamlar yapmışlardır. Nazilerin II.
Dünya Savaşı’nda yaklaşık 40 milyon insanı katletmeleri, Güney
Afrika’daki apartheid sistemi (Güney Afrika hükümetince uygulanan
Avrupalı ırkların diğerlerine göre ayrıcalıklara sahip olması sistemi),
Avrupa’da Türklere ve diğer yabancılara yönelik ırkçı saldırılar, ABD’de
zencilere, Avustralya’da ise Aborijinlere yönelik ırk ayrımcılığı,
Avrupa’nın birçok ülkesinde zaman zaman tırmanışa geçen neo-Nazi
hareketleri hep Darwinizm’in ırkçılığa verdiği sözde bilimsel desteği
kullanarak güç bulmuştur. (Faşizm, ırkçılık ve Darwinizm bağlantısı
hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwinizm’in Kanlı
İdeolojisi: Faşizm, Vural Yayıncılık, Mayıs 2001)

Darwin’in The Voyage of the Beagle (Beagle’ın Yolculuğu) adlı kitabı
|
Darwin’in ırkçı ifadeleri bunlarla da sınırlı değildir. Örneğin
Türlerin Kökeni’nden önce yayınlanan The Voyage of the Beagle (Beagle’ın
Yolculuğu) adlı kitabında, Beagle adlı gemiyle yaptığı yolculuk
sırasında karşılaştığı Tierra del Fuego yerlilerinden, az gelişmiş, geri
kalmış insan ırkları olarak söz etmekte ve şöyle demektedir:
Bu istisnasız, hayatım boyunca gözlemlediğim
en tuhaf ve en ilginç manzaraydı (Tierre del Feugo yerlilerini ilk kez
görmek). Bir vahşi ile medeni insan arasındaki farklılığın bu denli
büyük olacağına inanmazdım. Fark, vahşi bir hayvanla evcil bir hayvan
arasındaki farktan çok daha büyük. Eminim ki tüm dünya aransa, daha
aşağı seviyede bir insan bulunamazdı.
47
Darwin, kendince “barbar” olarak nitelendirdiği Patagonia yerlilerini ise şöyle tarif etmektedir:
… Belki de hiçbir şey, insanda bir barbarı
kendi ininde görmek kadar büyük şaşkınlık uyandıramaz – bu insanın en
aşağı ve en vahşi halidir. İnsanın aklı geçmiş yüzyıllara doğru gidiyor
ve sonra soruyor, atalarımız bunlar gibi insanlar olabilir mi?
Hareketleri ve ifadeleri, evcilleştirilmiş hayvanlardan daha az
anlaşılırdı… Vahşi ve medeni insan arasındaki farkı tarif etmenin veya
tasvir etmenin mümkün olduğuna inanmıyorum.
48
Darwin, yazdığı bir mektubunda ise yine Tierre del Feugo yerlileri için şu tanımlamada bulunmuştur:
Tierra del Feugo’da, çıplak, boyalı, tir tir
titreyen ve görünüşü insanı adeta afallatan vahşi adamı ilk gördüğümde,
atalarımın az çok buna benzer varlıklar olmaları gerektiğini düşündüm. O
zaman bu bana çok iğrenç gelmişti. Hatta bu bana, şu anki inancım olan
kıyas götürmeyecek kadar uzak atalarımın tüylü vahşi hayvanlar olduğu
fikrinden bile daha iğrenç gelmişti. Maymunlar temiz kalpli
hayvanlardır. (Darwin’in Charles Kingsley’e Mektubu)
49
Tüm bu sözler Darwin’in ırkçılığının önemli göstergeleridir. Darwin,
bazı insan ırklarını olabildiğince aşağılarken, maymunları “temiz kalpli
hayvanlar” ifadesiyle insanlaştırmakta ve övmekteydi. Darwin’in
ırkçılığının göstergeleri sadece bunlar da değildi; “aşağı” ırkların yok
edilmeleri gerektiğini, bunun doğal seleksiyonun bir sonucu olduğunu ve
medeniyetin ilerleyişine büyük katkı sağladığını açıkça savunuyordu.
Darwin bu akıl ve vicdan dışı düşüncelerini Temmuz 1881 tarihinde W.
Graham adlı bir bilim adamına yazdığı mektubunda şöyle dile getiriyordu:
|
|
| 1904 yılında Güney Batı Afrika’da özgürlük isteyen köleler vahşi bir şekilde bastırıldılar. |
Doğal seleksiyona dayalı kavganın,
medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar
sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç
yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa
milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün
Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor.
Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk
barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir
geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek
ırklar tarafından yok edileceğini görüyorum.”
50
Görüldüğü gibi Darwin’in ırkçı hezeyanları, yüksek bir ahlaka ve
şanlı bir tarihe sahip Türk Milleti’ne kadar uzanmıştır. (Darwin’in Türk
Milleti ile ilgili asılsız ve düşmanca açıklamalarının, tarihi ve
bilimsel açıdan nasıl geçersiz kılındığını Harun Yahya’nın Evrim
Teorisinin Irkçı Yüzü: Darwin’in Türk Düşmanlığı adlı kitabından
okuyabilirsiniz. Kültür Yayıncılık, İstanbul, Ekim 2001)
Darwin, kendi sapkın düşüncelerine göre “aşağı ırk” olarak gördüğü
milletlerin yok edilmesini öngörerek, hem evrim teorisinin ırkçılığa
verdiği desteği gösteriyor, hem de 20. yüzyılda meydana gelecek olan ırk
savaşlarının, katliamların ve soykırımların sözde bilimsel temelini
oluşturuyordu.
Evrimciler büyük bir çaba ile Darwin’in adının ırkçılıkla birlikte
anılmasını engellemeye çalışsalar da, Harvard Üniversitesi’nden Stephen
Jay Gould, Türlerin Kökeni kitabına atıfta bulunarak, Darwin’in
ırkçılığa verdiği desteği kabul etmektedir:
1859′dan önce ırkçılık hakkında biyolojik
tartışmalara rastlanıyor olabilir, ancak evrim teorisinin kabul
edilmesiyle bunlar büyük bir önem kazanarak arttılar.
51
Sadece Darwin değil, Thomas Huxley gibi evrim teorisinin en önde
gelen savunucuları da ırkçıydı. Huxley, Amerikan İç Savaşı’ndan kısa
süre sonra, zenci kölelerin özgürlüklerine kavuşmalarının ardından şöyle
yazmıştı:
Çevresindeki olayların farkında olan
mantıklı hiçbir insan, ortalama bir zencinin beyaz insan ile eşit ya da
ondan biraz aşağı olduğuna inanmaz. Tüm bu yetersizlikler
çıkarıldığında, çıkık çeneli akrabamızın -kayırmanın ve zalimliğin
olmadığı eşit bir ortamda, ısırıkların değil de düşüncelerin
kullanıldığı bir yarışmada olduğumuzu varsayarsak- büyük beyinli ve
küçük çeneli rakibine karşı başarıyla mücadele edebileceğini düşünmek
gerçekten de aklın almayacağı bir düşüncedir.
52
Huxley, kendince zenci ırkından kendince insanlardan değil de
hayvanlardan söz eder gibi bahsetmekte, zencilerin düşünce yarışında
mutlaka geri kalacakları gibi asılsız ve defalarca aksi ispatlanmış bir
iddiada bulunmaktadır. Bu da evrim teorisinin gerçek yüzünü göstermesi
açısından son derece önemlidir.
1800′lerin ortalarında evrim teorisiyle birlikte ortaya atılan
ırkçılık tohumları, 1900′lerin ortalarına doğru asıl sonuçlarını vermeye
başladı. En şiddetli olarak Almanya’da Nasyonel Sosyalizm ile birlikte
kendini gösterdi. Darwin’in çağdaşı ve evrim teorisinin ateşli bir
savunucusu olan Friedrich Nietzsche, Almanya’da “süper insan” ve “efendi
ırk” gibi asılsız kavramları popüler hale getirdi. Nazizm ise
kaçınılmaz bir sondu. Hitler ve Naziler, Darwin’in orman kanununu, milli
politika haline getirdiler ve arkalarında 40 milyon ölü bıraktılar. (Bu
konu “Darwin-Nazizm Koalisyonunun Sonucu: 40 Milyon Ölü” başlıklı
bölümde detaylarıyla incelenecektir.)
Genetik Açıdan İnsanlar Arasında Irk Ayrımı Yoktur

1902 yılında asılarak öldürülen iki zenci genç. Bu gençler farklı ırktan
oldukları için ırkçılar tarafından öldürülmüşlerdi. Oysa 21. yüzyılda
anlaşıldı ki, biyolojik açıdan insanlar arasında ırksal farklılıklar
bulunmamaktadır.
|
Özellikle son 10 yıldır genetik biliminde elde edilen bulgular,
biyolojik açıdan insanlar arasında ırksal farklılıklar olmadığını ortaya
çıkardı. Bilim adamlarının birçoğu ise bu konuda hemfikirdiler. Örneğin
Atlanta’da yapılan Bilimin İlerlemesi Kongresi’nde (Advancement of
Science Convention) bilim adamları şöyle bir açıklamada bulundular:
Irk, tarihe geçmiş olaylarla şartlandırılmış algılarımızın ürünü olan sosyal bir kurgudur. Hiçbir biyolojik gerçekliği yoktur.
53
Genetik araştırmalarda, ırklar arasındaki
genetik farklılıkların çok küçük olduğu, genlere bakılarak ırkların
ayırt edilemeyeceği ortaya çıktı. Konu hakkında araştırma yapan bilim
adamları aynı grup içinde yer alan insanlar arasında dahi genetik olarak
%0.2 fark olduğunu belirtmektedirler. Irksal farklılıkları belirleyen
deri rengi, göz şekli gibi özellikler ise bu %0.2′nin sadece %6′sını
oluşturmaktadır. Bu da genetik olarak ırklar arasında sadece %0.012 fark
olduğu anlamına gelmektedir.
54 Diğer bir deyişle ırksal farklılıklar kesinlikle önemsiz denecek kadar azdır.
New York Times gazetesinin 22 Ağustos 2000 tarihli sayısında Natalie
Angier imzasıyla yayınlanan “Do Races Differ? Not Really, DNA Shows”
(Irklar Farklı mı? DNA’nın Gösterdiğine Göre Pek Değil) başlıklı yazıda
bu son bulgular şöyle özetlenmektedir:

New York Times gazetesinde yayınlanan “Irklar Farklı mı? DNA’nın Gösterdiğine Göre Pek Değil” başlıklı yazı.
|
Bilim adamları uzun yıllar boyunca, toplum tarafından kabul edilen
ırksal kategorilerin genetik düzeye yansımadığından şüphe ettiler.
Ancak, araştırmacılar -insan vücudunun- neredeyse her hücresinin
kalbinde saklanan ve genetik materyalin tamamlayıcısı olan insan
genomunu daha yakından inceledikçe, insanları “ırk” yoluyla birbirinden
ayırt etmek için kullanılan standart etiketlerin çok az veya hiçbir
biyolojik anlam ifade etmediğine daha fazla ikna oldular.
İlk bakışta bir kişinin Kafkasyalı, Afrikalı
ya da Asyalı olup olmadığını söylemenin kolay olduğunu ancak, görünenin
altındaki özelliklere inildiğinde ve genom, ‘ırkın’ DNA özellikleri
için tarandığında bu kolaylığın ortadan kalktığını söylüyorlar.
55
İnsan Genomu Projesi’ni yürüten Celera
Genomics Şirketi’nin başkanı J. Craig Venter da ırkın bilimsel değil
sosyal bir kavram olduğunu söylemektedir.
56 Dr.
Venter ve National Institutes of Health’de çalışan bilim adamları,
insan genomunun tüm dizisinin (sekansının) taslağını biraraya
getirdiklerini ve sadece tek bir insan ırkı olduğu sonucuna vardıklarını
belirtmektedirler.
Manhattan North General Hospital’ın başkanı Dr. Harold P. Freeman
ise, biyoloji ve ırk konusundaki çalışmalarının sonucunu şöyle
özetlemektedir:

Böylece Sur’a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar (veya
soybağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya
birbirlerine durumlarını) soruşturmazlar da (Müminun Suresi, 101)
|
Irk açısından konuştuğumuzda, genlerinizin
yüzde kaçının dış görünümünüze yansıdığını sorarsanız, buna verilecek
cevap %0.01 civarında olacaktır. Bu genetik yapınızın çok çok düşük
düzeydeki bir yansımasıdır.
57
Aynı sonuca varan bilim adamlarından bir diğeri ise Washington
Üniversitesi’nden biyoloji profesörü Alan R. Templeton’dır. Templeton
farklı halklardan insanların DNA’larını analiz etmiştir. Analizler
sonucunda, insan türünde çok fazla genetik varyasyon varken, bu
varyasyonların çoğunun bireysel olduğunu gözlemlemiştir. Her ne kadar
halklar arasında bazı varyasyonlar varsa da, bu varyasyonların çok küçük
olduklarını belirlemiştir. Templeton vardığı sonuçları -evrime olan
önyargılı inancını korumakla birlikte- şöyle özetlemektedir:

Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı
olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten
ayetler vardır.
(Rum Suresi, 22)
|
Irk, toplumda kültürel, politik ve ekonomik
bir kavramdır, ancak biyolojik bir kavram değildir. Ne yazık ki birçok
insan -genetik farklılıkların- insan ırkının özü olduğu gibi yanlış bir
kanıya sahiptir… Ben konuya biraz objektiflik katmak istedim. Bu oldukça
tarafsız analiz sonucuna göre, insanlığın birbirinden gerçekten farklı
alt gruplara bölünmesi gibi birşey söz konusu değildir.
58
Templeton’ın elde ettiği sonuçlara göre, Avrupalılarla
Aşağı Saharalı Afrikalılar arasında ve Avrupalılarla Melanezyalılar
(Kuzey Doğu Avustralya adalarının sakinleri) arasındaki genetik
benzerlik, Afrikalılarla Melanezyalılar arasında olduğundan daha
fazladır. Oysa Aşağı Saharalı Afrikalılarla Melanezyalılar siyah derili
olmaları, saçlarının cinsi, kafatası ve yüz şekilleri ile birbirlerine
daha çok benzemektedirler. Bunlar bir ırkı tanımlarken kullanılan
özelliklerdir, ancak genetik olarak bu insanlar birbirlerine daha az
benzerler. Templeton bu bulgunun gösterdiği gibi, “ırksal özelliklerin”
genlerde görülmediğini belirtmektedir.
59
Popülasyon genetikçileri Luca Cavalli-Sforza, Paolo Menozzi ve
Alberto Piazza tarafından yazılan İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası
adlı kitapta da şu sonuca varılmaktadır:
Boy ya da deri rengi gibi dış özelliklerden
sorumlu olan genler dışta tutulursa, insan “ırkları” derilerinin altında
olağanüstü benzerdirler. Bireyler arasındaki çeşitlenmeler, gruplar
arasındaki çeşitlenmelerden çok daha büyüktür.
60
Kitap hakkında bir değerlendirmenin yer aldığı Time dergisinde ise konuyla ilgili olarak şunlar söylenmektedir:
Aslında bireyler arasındaki farklılık o
denli büyüktür ki, ırk kavramının tümü genetik düzeyde anlamsız hale
gelmektedir. Otoriteler, herhangi bir popülasyonun bir başkası
karşısında genetik üstünlüğünün çığırtkanlığını yapan teorilerin “hiçbir
bilimsel temeli” olmadığını söylüyorlar. Zorluklara rağmen bilimciler,
efsane yıkıcı birtakım keşiflerde bulundular. Bunlardan biri daha
kitabın kapağında yer alıyor: Dünyanın genetik çeşitliliğinin renkli
haritasında, yelpazenin bir ucunda Afrika vardır, diğer ucunda da
Avustralya. Avustralyalı Aborijinler ve Orta-Sahralı Afrikalılar deri
rengi ve vücut biçimi gibi dış özellikleri paylaştıkları için, onların
çok yakından ilintili oldukları geniş ölçüde kabul gördü. Ama genleri,
farklı bir öykü anlatıyor. Avustralyalılar tüm insanlar içinde
Afrikalılardan en uzak olanlardır ve komşuları olan Güneydoğu Asyalıları
çok andırırlar.
61
|
Irkçı Uygulamalardan Örnekler Nijeryalı Küçük Kobay Kız
Bazı ilaç firmalarının Afrika, Doğu Avrupa, Asya ve Güney Amerika
ülkeleri vatandaşları üzerinde yeni ürettikleri ilaçları denedikleri ve
bu deneyler esnasında ahlak ve meslek kurallarının ihlal edildiği
bilinen bir gerçektir. Bunun geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan
örneklerinden biri dünyaca ünlü bir ilaç firması tarafından
gerçekleştirilen bir uygulama oldu. 1996 yılında Nijerya’nın Kano
şehrinde yaşayan 10 yaşında ve sadece 18.5 kilo ağırlığındaki küçük bir
kız, menenjitten dolayı korkunç ağrılar çekiyordu. Söz konusu Amerikan
ilaç firmasının kurduğu kampta henüz izni alınmamış bir antibiyotik
çocuklar üzerinde deneniyordu. Denenen ilaç, bu firma için çok
önemliydi; borsa analizlerinde, öngörülen tüm kullanım alanları için
izin alınması halinde, ilacın şirkete her yıl 1 milyar dolar getireceği
tahmininde bulunuluyordu. Deneyler için Amerika’da hasta bulamayan
şirket, Kano’ya gelmişti. Küçük kız bu firmanın uzmanları tarafından bir
tür kobay olarak kullanıldı.
Doktorlar, küçük kıza günde 56 miligram bu ilaçtan vermeye
başladılar. İlaca başladıktan bir gün sonra küçük kız öldü. Washington
Post gazetesi yaptığı araştırmalar neticesinde, Afrika, Asya, Doğu
Avrupa ve Güney Amerika’da ticari çıkar amacıyla yürütülen ilaç
denemelerinin giderek yaygınlaştığını gösterdi. Bazı Amerikan firmaları,
Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’nin sıkı kurallarından kaçmak için bu
ülkelerdeki doktorlarla iş birliğine gidiyor ve on binlerce Üçüncü Dünya
ülkesi vatandaşını deneylerde kullanıyorlardı. Nijerya’daki menenjit
deneyinde olduğu gibi, söz konusu firmanın sözcüleri deneylerin gerekli
izinler alınarak gerçekleştiğini söylese de uzmanlar olayın birçok
bakımdan tıp ahlakına ve geçerli kurallara sığmadığını belirttiler.
Örneğin bu tür deneylerin genelde en az 1 yıl sürmesi gerekirken
Nijerya’daki deney sadece 6 hafta sürmüştü. Öte yandan Amerika’da
menenjit hastalarına, ilaçlar genellikle etkisini çok çabuk gösteren
damar içi enjeksiyon yoluyla verilirken, Nijerya’daki deneylerde bu
ilacın ağızdan alınan ve daha önce çocuklar üzerinde hiç denenmemiş bir
türü kullanılmıştı. Yine, bu tür deneylerde, ilacın olumlu etki
göstermemesi durumunda hemen kesilmesi ve başka bir ilaca geçilmesi
gerekirken, ilacı üreten firmanın uzmanları küçük kıza, ölene kadar bu
ilaçtan vermeye devam etmişlerdi.
Söz konusu ilacın çocuklarda kullanılmasına hiçbir zaman izin
çıkmaması, yetişkinlerde kullanılmasının ise karaciğer rahatsızlıkları
ve ölümlere yol açtığı gerekçesiyle Amerika’da kısıtlanması ve Avrupa’da
tümden yasaklanması, ilacın ne kadar tehlikeli olduğunu
göstermektedir.1
Darwin’in Mezar Hırsızları
Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının yayınlanmasından sonra, bazı
hevesli Darwinistler, insanın sözde evrimindeki “kayıp halkaları”
aramaya başladılar. Irkçı evrimciler, Avustralyalı Aborijin yerlilerinin
insanın evrimindeki ilkel aşamalardan biri olduklarına inanıyorlardı.
Kendilerince bu yanılgılarını kanıtlamak için, Aborijinlerin cesetleri
mezarlarından kaçırılmaya, Amerika ve Avrupa’daki müzelere satılmaya
başlandı. 1991 yılında Avustralya’da yayınlanan haftalık The Bulletin’da
David Monaghan imzası ile şok edici bilgiler yayınlandı.2 Monaghan 18
ay bu konu üzerinde çalışmış, Londra’da araştırmalar yapmış ve 8 Ekim
1990 tarihinde İngiltere’de yayınlanan “Darwin’s Body-Snatchers”
(Darwin’in Mezar Hırsızları) isimli bir belgesel hazırlamıştı. Gazeteci
Monaghan’ın, The Bulletin’da yayınlanan yazısında verilen bilgilerden
bazıları şöyleydi:
. İngiliz ve Amerikalı evrimciler, sözde “aşağı insan” örnekleri
toplama işini oldukça genişletmişlerdi. Washington’daki Smithsonian
Enstitüsü’nde farklı ırklardan 15.000 insana ait kalıntı vardı. (Elbette
topladıkları bu örnekler, hiçbir şekilde onların iddia ettikleri gibi
aşağı ırktan insanlar değildi. Bunlar, farklı fizyolojik yapılara sahip
farklı etnik köken ve ırka ait olan insanlardı.)

Günümüzde de Aborijinlere yönelik ayrımcı uygulamalar devam etmektedir.
Yukarıda Aborijinler elinden topraklarının alınmasını protesto ederken
görülmektedir.
|
. Müze müdürlerinin yanı sıra, İngiliz biliminin önde gelen isimleri
de bu mezar hırsızlığı ticaretine karışmışlardı.3 Anatomist Richard
Owen, antropolog Sir Arthur Keith ve Darwin’in kendisi bu kişilerin
arasındaydı. Darwin, bir mektubunda, eğer bu isteği onları kızdırmazsa,
dört tam kan Tazmanyalı Aborijin’in kafatasını istediğini söylüyordu.
Müzeler sadece iskeletlerle değil, derilerle de ilgileniyorlardı.
Bunları sergilenecek ilginç malzemeler olarak görüyorlardı.
. Tuzlanmış Aborijin beyinlerine de büyük bir rağbet vardı, bu
beyinleri kendilerince Aborijinlerin aşağı ırk olduklarını kanıtlamak
için istiyorlardı.
. Aborijinlere ait kafataslarının, bu insanlar öldürülerek elde edildiğine dair hiçbir şüphe bulunmamaktadır.
. 1874 yılından itibaren 20 yıl boyunca Sidney’deki Avustralya
Müzesi’nde müdürlük yapan Edward Ramsay, yayınladığı müze kitapçığında
Aborijinlerden “Avustralya hayvanları” olarak söz ediyordu. Kitapçıkta
mezarlardan nasıl Aborijinlere ait cesetlerin çalınacağını anlatmakla
kalmıyor, aynı zamanda yeni öldürülen Aborijinlerin kafataslarındaki
kurşunların nasıl çıkarılacağını anlatıyordu. Birçok kafatası
koleksiyoncusu onun tavsiyelerine göre çalıştı. Bungee Siyahlarının
kafataslarını istedikten dört hafta sonra, genç bir bilim öğrencisi ona
iki kafatası yolladı ve bu kafataslarının kabilelerinin son iki üyesi
olduğunu ve yeni vurulduklarını söyledi.4
. Alman evrimci Amalie Dietrich Avustralya’ya geldiğinde benzin
istasyonu sahiplerine Aborijinleri vurmalarını tavsiye etti ve
vurdukları Aborijinleri müzesi için almak istediğini söyledi. 5
Aborijinlere uygulanan katliamları ve kötü muameleyi belgeyen bir
başka çalışma ise, Avustralya Çevre ve Kültür Mirası Bakanı Sharman
Stone tarafından yazılan Aborigines in White Australia: A Documentary
History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian
Aborigine 1697-1973 (Avustralyalı Aborijinlere Yönelik Resmi Politikayı
Etkileyen Yaklaşımların Dokümanter Tarihi, 1697-1973) adlı kitaptır.
Yazarın birkaç yorumu dışında kitap parlamento tutanakları, mahkeme
kayıtları, editörlere gelen mektuplar, antropolojik raporlar gibi
belgelerden oluşmaktadır.

Sir ünvanı alan ilk Aborijin, Sir Douglas Nicholls ve eşi.
|
Sharman Stone, kitapta, Darwin’in teorisi ile Aborijinlerin katledilmesi arasında şöyle bir bağlantı kurmaktadır:
1859′da, Charles Darwin’in kitabı Türlerin Kökeni ile birlikte
biyolojik (ve dolayısıyla sosyal) evrim halkın anlayabileceği şekilde
anlatılmaya başladı. Eğitimli kişiler kendi aralarında medeniyetin tek
doğrusal süreç olduğunu ve ırkların bu doğrunun üzerinde aşağı ya da
yukarı hareket ettiğini tartışmaya başladılar. Avrupalı adam “hayatta
kalmaya en uygundu… (Aborijinler ise,) doğa kanunu gereği dinozorlar ve
dodo kuşu gibi eninde sonunda yok olacaklardı. Ellerindeki olaylarla
destekledikleri bu teori, siyah ırkın çoğaldığının fark edildiği
yirminci yüzyılın belli bir bölümüne kadar kabul görmeye ve anılmaya
devam etti. Bu zamana kadar, ihmal ve cinayeti haklı göstermek için
kullanılabiliyordu.6
Yazarın da belirttiği gibi, bazı Avrupalı Darwinistler, Aborijinlerin
sürekli ölmesini, bu ırkın “doğa kanunlarının bir gereği olarak” yok
olmaya mahkum olduğunun delili olarak gösteriyorlardı. Ancak, 20.
yüzyılda bu sözde delillerinin geçersiz olduğu anlaşıldı. Çünkü
Aborijinlerin ölme nedenleri doğa kanunları değil, gördükleri kötü
muamele idi. Ayrıca, siyah derili insanların sayısının oldukça hızla
arttığının görülmesi ile, Darwinistlerin bu iddialarının da doğru
olmadığı anlaşıldı.
1861 yılında, Yüksek Heyet’in yaptığı bir soruşturmada bir polis
memurunun verdiği cevaplar, Aborijinlere kötü muamelenin Darwinist ve
ırkçı temellerini ve o dönemde bunun son derece doğal karşılandığını
görmek açısından önemlidir. Bu görevli şöyle demektedir:
Eğer biz siyahları cezalandırmazsak, onlar bunu bir zayıflık
göstergesi olarak görürler… Bu hangi ırkın en güçlü olduğu ile ilgili
bir konu -eğer onlara boyun eğersek bunun için bizi küçük görebilirler.7
Stone’un aktardığına göre, 1880 yılında yayınlanan bir gazete haberinde de şöyle deniyordu:
Yapabileceğimiz hiçbir şey, bu dünyadaki gelişimimizi yöneten gizemli
ve değişmez kanunları değiştirmeyecektir. Bu kanunlar sayesinde
Avustralya’nın yerli ırkı, beyaz adamın oraya varışı ile birlikte ölüme
mahkum olmuştur. Bize düşen ve yapmamız gereken tek şey ise bunların
oluşmasına olabilecek en az vahşeti kullanarak yardımcı olmaktır.
Siyahları korku ile yönetmeliyiz…8
Bu satırlar, sosyal Darwinist bakış açısının temelinde yer alan
acımasızlığı bir kez daha gözler önüne sermektedir. Yalnızca derilerinin
renkleri farklı olduğu ve birtakım farklı fizyolojik özelliklere sahip
oldukları için bu insanları, kendilerince bir tür hayvan olarak
görmeleri ve bu insanlara hayvanlara dahi layık görülmeyecek bir
muamelede bulunmaları sosyal Darwinistlerin zalimliğinin delillerinden
yalnızca biridir. Yine 1880 yılında bir gazeteye yazılan mektupta,
sosyal Darwinistlerin Aborijinlere yaptığı zulüm şöyle anlatılıyordu:
Açıkça söylemek gerekirse, bu bizim Aborijinlerle nasıl mücadele
ettiğimizi gösteriyor: Aborijin yerlilerinin oturdukları yeni bölgeleri
işgal ettikten sonra, onlara o bölgede rastlanabilecek vahşi hayvanlar
ya da kuşlar gibi davrandık. Yaşamları ve malları, ağları ve kanoları,
Avrupalılar tarafından, tamamen kendi istekleri doğrultusunda
kullanılmak üzere ellerinden alındı. Yiyecekleri alındı, çocukları zorla
çalındı, kadınları tamamen beyaz adamların kaprisi nedeniyle götürüldü.
En küçük bir direnişe silahlarla karşılık verildi… Eğlenmek isteyenler,
yerli siyahları hiçbir engellemeye maruz kalmaksızın öldürdüler, onlara
tecavüz ettiler ve onları soydular. Bunlar kontrolden çıkmıştı ve
sömürge yönetimi işledikleri suçların sonuçlarından onları kurtarmak
için her zaman yanı başlarındaydı.9
Burada anlatılanlar, Darwinist ırkçılığın karanlık ve acımasız
yüzünün sadece çok küçük bir parçasıdır. Ancak dinsizliğin kabusunu,
Darwinizm’in insanlığa getirdiği felaketleri görmek açısından oldukça
yeterlidir.
Kaynaklar
1. Yeni Binyıl Gazetesi, 20.12.2000
2. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s. 30-38
3. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s.33
4. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s.34.
5. David Monaghan, ‘The Body-snatchers’, The Bulletin, November 12. 1991, s.33
6. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History
of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine
1697-1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974
7. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History
of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine
1697-1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974, s. 83
8. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History
of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine
1697-1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974, s.96
9. Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History
of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine
1697-1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974, s.93 |
|
Rekapitülasyon Teorisi ve Irkçılık

Ernst Haeckel
|
Alman ateist ve evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından ortaya
atılan rekapitülasyon teorisine göre, canlı embriyoları gelişim
süreçleri boyunca sözde atalarının geçirmiş oldukları evrimsel süreci
tekrarlamaktadırlar. Bu akıl dışı iddiaya göre örneğin insan embriyosu
anne karnındaki gelişimi sırasında önce balık, sonra sürüngen
özellikleri göstermekte, en son olarak da insana dönüşmektedir. Uzun
yıllar boyunca evrim teorisinin bir delili gibi gösterilen bu iddianın
bilimsel olmadığı, tamamen hayal ürünü bir senaryo olduğu
anlaşılmıştır.1

Ernst Haeckel ve sahte embriyo çizimleri
|
Ernst Haeckel, ortaya attığı bilim dışı teorisini kendince
desteklemek için sahte çizimler yapmış; balık ve insan embriyolarını
birbirine benzetmeye çalışmıştır. Sahtekarlığının ortaya çıkmasından
sonra yaptığı savunma ise, diğer evrimcilerin de benzeri sahtekarlıklar
yaptığını belirtmekten başka bir şey olmamıştır.2
Ancak Haeckel’in ortaya attığı ve çizim sahtekarlıkları yaparak
savunduğu bu hayal ürünü senaryo, başta Almanya olmak üzere birçok
ülkede ırkçılığa sözde bilimsel bir zemin hazırlamıştır.
Rekapitülasyon teorisinin bilim dışı iddialarına göre, insanın
embriyo döneminde veya çocukluğunda sahip olduğu özellikler, sözde
evrimsel atalarının yetişkinlerinden kalan özelliklerdir. Örneğin
Haeckel ve takipçileri “medeni” bir insanın çocukluğunun, “vahşi”
insanın yetişkinleri ile aynı zeka ve tavır özelliklerine sahip olduğunu
iddia etmişler ve bu iddialarını kendilerince beyaz ırkın üstünlüğünü
kanıtlamak için kullanmışlardır. Stephen Jay Gould Ever Since Darwin
(Darwin’den Beri) adlı kitabında rekapitülasyon teorisinin ırkçılığa
verdiği desteği şöyle özetler:
Rekapitülasyon, Haeckel’in en gözde görüşüydü… Haeckel ve
meslektaşları rekapitülasyonu, Kuzey Avrupa’lı beyazların ırksal
üstünlüğünü onaylamak amacıyla da gündeme getirdiler… Herbert Spencer,
“uygarlaşmamış toplumların zihinsel özelliklerinin… medeni toplumların
çocuklarında yeniden ortaya çıkan özellikler” olduğunu yazdı. Carl Vogt,
1864 yılında bunu daha sert şekilde ifade ederek şöyle dedi: “Yetişkin
bir zenci, zihinsel yetenekleri açısından çocukla aynı özellikleri
taşır…”3
Elbete Spencer, Vogt ve benzerlerinin ortaya attıkları bu iddia
hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktaydı. Hiçbir bilimsel dayanğı olmayan
bu iddialar, zaman içinde bizzat bilimin kendisi tarafından çürütüldü
ve tarihin tozlu sayfaları arasına terk edildi. Gould, Natural History
dergisinde yayınlanan “Dr. Down’s Syndrome” (Dr. Down Sendromu) adlı
yazısında ise şöyle demiştir:
Bu teori genellikle, “birey oluş soy oluşun tekrarıdır” sözleriyle
ifade edilir. Anlamı, daha yüksek hayvanların, embriyolarının gelişim
süreçlerinde ataları olan aşağı canlıların yetişkin formlarını temsil
eden bir dizi aşamadan geçtikleridir. Rekapitülasyon beyaz bilim
adamlarının yaygın ırkçılığına uygun bir odak noktası sağlamıştır. 4
Air War College International Security Studies Core (Uluslararası
Güvenlik Çalışmaları Merkezi) başkanı Profesör George J. Stein ise
American Scientist dergisinde yayınlanan “Biological Science and the
Roots of Nazism” (Biyolojik Bilim ve Nazizmin Kökleri) başlıklı
makalesinde, “Aslında Haeckel ve sosyal Darwinist meslektaşları nasyonel
sosyalizmin temel önermeleri olan fikirleri geliştirmişlerdir” diyerek,
Haeckel-sosyal Darwinizm-ırkçılık arasındaki tehlikeli ilişkiyi
özetlemektedir. 5
Kaynaklar
1. Keith S. Thompson, “Ontogeny and Phylogeny Recapitulated”, American Scientist, vol 76, Mayıs/Haziran 1988, s.273
2. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields 1982, s.204
3. Stephen Jay Gould, “Racism and Recapitulation,” Ever Since Darwin
adlı kitabın 27. bölümü, (New York, W.W. Norton & Co., 1977), s. 217
4. Stephen Jay Gould, “Dr. Down’s Syndrome”, Natural History, vol.89, Nisan 1980, s.144
5. George J. Stein, “Biological Science and the Roots of Nazism,” American Scientist, Vol. 76, Jan/Feb. 1988, s. 56. |
Yeni Emperyalizm ve Sosyal Darwinizm
Sömürgecilik, Darwin’den çok daha önce, 16. yüzyılda Avrupa
ülkelerinde gelişmeye başlamıştı. Ancak ırkçılık gibi, sömürgecilik de
Darwin’in teorisinden güç buldu ve farklı bir hedef edindi. 16. yüzyıl
ve sonrasında, özellikle de Sanayi Devrimi’nin ardından, Avrupa
devletlerinin farklı kıtalara ve ülkelere yayılmalarındaki amaç daha çok
ticari idi. Avrupalılar ürettikleri mallar için pazar arayışına
girmişlerdi ve çözümü farklı kıtalardaki ülkelere hakim olmakta
görmüşlerdi. 19. yüzyıldaki emperyalist girişimler ise daha farklı
nedenler içeriyordu. Bu nedenle bu dönemdeki emperyalist hareketler
“Yeni Emperyalizm” olarak anılmaktadır.
Sosyal Darwinist telkinler yeni emperyalizmin dünya görüşüne tamamen
hakimdi. Yeni emperyalizme yol açan Darwinist nedenlerden biri üstünlük
yarışıydı. Birbirleriyle rekabete giren İngilizler, Fransızlar, Almanlar
ve diğerleri, sözde “hayat mücadelesinde” üstün gelmek ve “en güçlü”
millet olabilmek için daha çok toprak edinmeleri gerektiği yanılgısına
kapılmışlardı.
|
|
| Adam Willaerts’in bir İngiliz gemisinin Doğu Hindistan’a hareketini gösteren tablosu. |
İkinci neden ise, diğer ırklara karşı
üstünlüğün kanıtlanması yanılgısı idi. “Üstün ırk” olduklarını iddia
eden Anglo-Saksonlar ve Aryanlar, “aşağı ırk” saydıkları Afrikalıları,
Asyalıları veya Avustralya yerlilerini kontrolleri altına almayı,
onların iş güçlerini, zenginlik kaynaklarını ve imkanlarını sömürmeyi
kendilerince doğal hakları olarak görüyorlardı. Böylece, ekonomik
kaygılardan çok Darwinist hedefler sonucunda 19. yüzyıl emperyalizmi
gelişti.
62
Britannica Ansiklopedisi’nin 1946 baskısında yeni emperyalizmin sosyal Darwinist kökenleri için şöyle denmektedir:
19. yüzyıl sonundaki bu yeni emperyalizm
dönemi, manevi desteğini, tüm Avrupa’yı kasıp kavuran Bismarkçılık,
sosyal Darwinizm ve güç ve başarıyı yücelten benzer tüm teorilerden
aldı. Irkçı teoriler, geleneksel ahlaki değerlere (Hıristiyanlık gibi)
karşı, dönemin neredeyse en baskın inancı haline gelmekte olan bu yeni
düşünceye “bilim” ve “doğa” yoluyla meşruiyet kazandırmış gibi
görünmektedir.
63

Üstte, İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan’da, İngiliz Kraliyet
ailesinin geçişi görülmektedir. Altta ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun
ardından Filistin topraklarını işgal eden İngiliz kuvvetlerinin gelişi
görülmektedir. Osmanlı yönetimi altında asırlarca huzur ve güvenliğin
hakim olduğu Filistin topraklarında, sömürge yönetimiyle birlikte
kargaşa, çatışma ve zulüm başlamıştır.
|
Sosyal Darwinizm’in, 19. yüzyıl yeni emperyalizminin gerçek kökeni
olduğu birçok araştırmacı ve yazar tarafından kabul edilmektedir.
Örneğin tarih profesörü Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian
Revolution (Darwin ve Darwinci Devrim) adlı kitabında, sosyal
Darwinizm’in ırkçılık ve emperyalizm ile olan yakın bağlantısı için
şunları söylemektedir:
Sosyal Darwinizm genelde şöyle
anlaşılmıştır: rekabeti, gücü ve şiddeti, gelenek, töre ve din ahlakının
üzerinde yücelten bir felsefe. Böylece, radikal milliyetçiliğin,
emperyalizmin, militarizmin, diktatörlüğün, kahramanlık kültlerinin,
üstün insan ve “efendi ırk” inancının bir çeşit bavulu haline gelmiştir.
64
Ünlü Alman tarihçi Wehler de sosyal Darwinizm’in bu yönünü şu sözleri ile ifade etmektedir:
Sosyal Darwinizm, işçi veya sömürge
halklarının özgürlük isteklerinin, var olma mücadelesi içerisindeki
ikinci sınıf insanların gereksiz protestosu olarak algılanıp bir kenara
atılmasına imkan verdi. Sosyal Darwinizm’e, yönetenlerin çıkarlarıyla
bağlantısındaki bu gücü kazandıran şey, “reddedilemez” bir bilimsel hava
içerisinde sunulan uygulama çeşitliliğiydi. Bir ideoloji olarak
emperyalizmi desteklediği için, endüstrileşmiş milletler içerisindeki
taraftarlarınca canlı tutuluyordu.
65
Alman General Bernhardi’nin 1912 yılında Britain as Germany’s Vassal
(Almanya’nın Tebası olarak Britanya) adlı kitapta Alman emperyalizmi
için yazdığı satırlarda sosyal Darwinist görüşleri görmek mümkündür:
Dünya medeniyeti yararına, Almanya’nın
sömürge imparatorluğunu genişletmek bizim görevimizdir. Yalnızca bu
şekilde, dünya genelinde Alman medeniyetini politik ya da en azından
ulusal olarak birleştirebiliriz. Ancak bu şekilde Alman medeniyetinin
insanlığın gelişiminde en gerekli faktör olduğu kabul görecektir. Dünya
çapında yeni bölgeler elde etmek için tüm gücümüzle çaba harcamalıyız
çünkü Almanya’yı gelecekte doğacak milyonlarca Alman için korumalı,
onlar için yiyecek ve iş sağlamalıyız. Onlar Alman göğünün altında,
Alman hayatı yaşamalıdırlar.
66
Darwinist telkinlerin etkisiyle güç bulan emperyalizmin neden olduğu
daha çok toprak ele geçirme hırsı, emperyalist ülkeler arasında
çatışmalara neden oldu. Yine Darwizm’in yanılgılarına dayanılarak ele
geçirilen topraklarda yerli halkların sözde “aşağı ırk”dan insanlar
olarak değerlendirilmeleri nedeniyle büyük zulümler yaşandı. Söz konusu
topraklara sözde medeniyet götürmek için yola çıktıklarını öne süren
emperyalistler, Darwinizm temelli sapkın bakış açıları yüzünden, pek çok
acı ve göz yaşına neden oldular.
Sosyal Darwinizm ve Irklar Arası Çatışma
Allah’ın yeryüzünde farklı ırklar, kabileler, uluslar yaratmasının
hikmetlerinden biri, bunlar arasında kültürel alışveriş ve dolayısıyla
küresel bir kültürel zenginlik olmasıdır. Allah, farklı insan
topluluklarını “birbirleri ile tanışmaları için” yaratmış olduğunu
Kuran’da haber vermektedir. (Hucurat Suresi, 13)
Sosyal Darwinizm’in batıl dünya görüşüne göre ise insanlar tanışmak
için değil çatışmak için vardır. Buna göre, insanlığın ilerlemesinin en
önemli yolu ırklar ve uluslar arasındaki çatışmadır. Sosyal
Darwinistlerin mantık dışı öngörülerine göre, ırklar arasındaki
çatışmada üstün gelebilmek için yeni buluşlar yapılacak, sonuçta da daha
“medeni” ve “üstün” olanlar galip gelecek ve böylece insanlık
gelişecektir. İnsanların savaşarak, cinayet işleyerek, katliam yaparak,
diğerlerini ezerek ve onlara zulmederek ilerleyeceklerini öne sürmek
vahşetin savunuculuğunu yapmaktan başka bir şey değildir. İnsanlar veya
toplumlar arasında zaman zaman çeşitli anlaşmazlıklar veya sorunlar
başgösterebilir. Ancak tüm sorunlar barışçıl yöntemler izlenerek
rahatlıkla çözüme kavuşturulabilir. Şiddete başvurarak çözümün
oluşabileceğini düşünmek, sorunun daha da içinden çıkılmaz bir hal
almasından başka birşeye yaramayacaktır. Ya da -daha önce de
belirttiğimiz gibi- milletlerin kendi menfaatlerini ve geleceklerini
koruyacak tedbirler almak istemeleri, haklı bir taleptir. Ancak diğer
milletlerin haklarını yok sayarak veya kendi mefaatlerinin diğerlerini
yok etmekte olduğuna inanarak bir politika belirlenmesi hem mantık hem
de vicdan dışıdır.
|
|
| Amerikan tarihindeki en buhranlı iki dönemden biri
1861-65 yılları arasında gerçekleşen Kuzey-Güney Savaşı’dır. Savaş,
köleliğin kaldırılmasını isteyen Kuzey eyaletleriyle köleliğin sürmesini
savunan Güney eyaletleri arasında olmuştur. Beyaz ırkın üstünlüğü
iddiası, insanları sadece diğer bir ırkla değil kendi ırkıyla da dört
yıl boyunca savaşacak konuma getirmiştir. Kuzey eyaletlerinin savaşı
kazanmasıyla Amerika’da kölelik yasaklanmıştır. |
Günümüz evrimcilerinin “insancıl” ve ırkçılığa karşı biri olarak
tanıtmaya çalıştıkları Darwin de ırklar arası çatışmayı savunmuş ve bu
çatışmada üstün gelecek olanların kendince “medeni” olanlar olacağı
yalanını ortaya atmıştır. Darwin’in ve diğer evrimcilerin bahsettikleri
medeniler ise elbette ki “beyaz ırk”tır. Darwin’in İnsanın Türeyişi
kitabındaki bazı ifadeleri şöyledir:
Medeni uluslar barbarlarla
karşılaştıklarında, ölümcül iklimin yerli ırka yardım ettiği yerler
dışında, mücadele kısa sürecektir… Birbirleriyle rekabet eden ulusların
başarıya ulaşmasındaki en önemli faktör medeniyet düzeyleri gibi
gözükmektedir.
67
Darwin kitabının başka yerlerinde olduğu gibi, bu ifadelerinde de
“barbarlar” ile “medeniler”in çatışmasından söz etmekte ve üstünlüğün
medenilere ait olacağını iddia etmektedir. Bu hayal ürünü varsayımları
nedeniyle de neredeyse bir asır boyunca devam edecek kaos ve acılara
zemin hazırlamıştır.
Darwin’den sonra da pek çok Darwinist, ırklar arası çatışmayı adeta
bilimsel bir gerçekmiş gibi dile getirmişlerdir. Örneğin 19. yüzyılın
evrimci teorisyenlerinden ve Francis Galton’ın takipçisi olarak kabul
edilen Karl Pearson’ın National Life from the Standpoint of Science
(Bilim Açısından Milli Hayat) adlı kitabından alınan aşağıdaki
ifadeleri, 19. yüzyıl Darwinistlerinin ırklar arası çatışmalara bakış
açılarını ve yeni emperyalizmin ardındaki nedenleri görmek açısından
önemlidir. Pearson, diğer sosyal Darwinistler gibi, ırklar arası
çatışmanın gerekli olduğunu iddia etmekte, bir ırk içindeki mücadelenin
evrim için yeterli olmayacağını sanmaktadır. Pearson’ın hiçbir bilimsel
doğruluğu olmayan bu iddialarından bazıları şöyledir:
Kötü ırk hakkında söylediklerim bana göre
aşağı insan ırkları için geçerli. Kaç yüzyıldır, kaç bin yıldır, zenci
Afrikalılar Afrika’da beyaz adam tarafından rahatsız edilmeden büyük
topraklara sahip oldular? Buna rağmen aralarındaki kabile çatışmaları
Aryan ırkı ile biraz bile kıyaslanabilecek bir medeniyet oluşturmadı.
İstediğiniz gibi onları eğitip yetiştirin, ırkı değiştirme konusunda
başarılı olabileceğinize inanmıyorum. Tarih bana yüksek seviyede
medeniyet oluşturmak için sadece ve sadece tek bir yol gösteriyor, ırkın
ırkla mücadelesi ve fiziksel ve zihinsel olarak uygun olan ırkın
hayatta kalması…
68
Pearson ve benzerlerinin bu tür sapkın açıklamaları, emperyalistlere
sözde bilimsel bir destek sağlamıştır. Afrika kıtasını, Asya’nın önemli
bir bölümünü işgal eden, Avustralya yerlilerine türlü zulümde bulunan
bazı Avrupa devletleri, işgallerinin doğanın bir kanunu ve insanoğlunun
gelişmesinin tek yolu olduğunu iddia etmişlerdir. (Bu iddianın bilimsel
hiçbir dayanağı olmadığı ise bilim dünyasında yaşanan ilerlemeler ile
bizzat bilim tarafından ispatlanmıştır.) Pearson’a göre, tarih boyunca
bilinçsizce yapılan savaşlar artık bilinçli ve önceden planlı olarak
yapılmalıdır:
… Irkın ırka ve milletin millete karşı bir mücadelesi var. İlk
zamanlarında bu mücadele barbar kabilelerin kör ve bilinçsiz bir
mücadelesiydi. Günümüzde, medeni beyaz adamın durumunda, çok daha
bilinçli ve milleti sürekli değişen çevreye daha uygun hale getirecek
şekilde dikkatlice yönlendirilmiş bir mücadele var. Ulus, mücadelenin
nasıl ve nereye doğru yürütüleceğini önceden görebilmelidir…
Sizden ulusa, diğer uluslarla gerek ordu
gerek ticaret ve gerekse ekonomik süreçleri kullanarak sürekli bir
mücadele içinde bulunan organize bir bütün olarak bakmanızı istemiştim.
Ve sizden her türlü mücadeleye tamamen kötü bir şey olarak bakmamanızı
istemiştim. Çünkü mücadele dünya tarihi boyunca insanın ilerleyişinin
kaynağı olmuştur.
69
Irklar ve milletler arasındaki çatışmaların, savaşların ve kavgaların
ilerlemenin bir yolu olduğuna inanan, kendi ırkı ve milleti dışındaki
ırk ve milletleri “aşağı” gören bu sapkın mantık, 19. yüzyılda dünyanın
dört bir yanında büyük toprakları egemenliği altına aldı. Bazı
emperyalist Avrupa devletleri, işgal ettikleri topraklardaki halklara
karşı son derece acımasız davrandılar. Uygulamalarında bu halkları insan
olarak görmedikleri, küçümsedikleri, aşağı ve zayıf gördükleri,
kendileriyle eşit haklara sahip olmalarını kabul etmedikleri açıkça
görülüyordu. 19. yüzyılda gelişen yeni emperyalizm, sosyal Darwinizm’in
dünya çapında bir uygulaması oldu.
Darwinizm’in telkinlerinin bu kadar destek görmesinin nedenlerinden
biri de dönemin Avrupa ülkelerinde insanların din ahlakından uzaklaşmış
olmalarıdır. Din ahlakı insanların barış içinde yaşamalarını gerektirir.
Allah insanlara birbirlerine karşı affedici ve hoşgörülü olmalarını
emretmiştir. Yeryüzünde düzeni bozmak, savaşı ve çatışmaları kışkırtmak
ise Allah Katında büyük sorumluluğu olan kötülüklerdir. Allah Kuran’da,
yeryüzünde bozgunculuğu, insanlara zarar verilmesini sevmediğini haber
vermiştir:
O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah
ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Sömürgelerdeki Acımasız Uygulamalar

Hindistan’daki İngiliz askerleri tören sırasında
|
Sömürgeci devletlerin önde gelenlerine hakim olan sosyal Darwinist
görüşler, onların sömürgelerindeki halklara uyguladıkları politikalarda
da kendini gösteriyordu. Bu halkları insan saymayan, kendilerince ilkel
birer ara geçiş formu olarak gören bu yönetimler, hakim oldukları
ülkelere çoğu zaman acı, yıkım, mutsuzluk getirdiler. Bu ülkelerin
acımasız politikalarında sosyal Darwinizm en önemli etmenlerden biridir.
Daha önce de belirtildiği gibi, bazı milletlerin mevcut üstün ırk
iddiaları ve kibirleri ile gelen saldırgan, acımasız, diğer milletleri
aşağı gören uygulamaları sosyal Darwinizm ile sahte bir meşruiyet
kazanmıştır. Söz konusu ülkeler bu tür politikalarında kendilerince
yaptıklarını haklı görüyorlar, bu da hırs ve saldırganlıklarını
artırıyordu.
Afyon Savaşı bunun ilginç bir örneğiydi. İngiltere daha 19. yüzyılın
başlarında Çin’e afyon satmaya başlamıştı. Oysa, İngiltere’de afyon
üretilmesi, satışı ve kullanımı yasaktı. Kendi insanlarını böyle bir
beladan titizlikle koruyan dönemin İngiliz yöneticileri, kısa sürede bu
ülkenin insanlarını afyon bağlımlısı haline getirdiler. İmparatorun oğlu
dahi aşırı afyondan ölünce, İmparator İngilizlerin ülkeye afyon
sokmalarına bir son vermeye karar verdi. Hükümet görevlisi Lin Zexu (Lin
Tse-Hsü) Doğu Hindistan Şirketi’nin en büyük ticaret limanı olan
Canton’a, afyon ithalatına bir son vermeleri için görüşmek üzere
gönderildi. İngiliz tüccarlar iş birliğine yanaşmadıkları için Zexu
afyon depolarını kapattırdı. Bu, hemen ardından askeri bir müdahale
getirdi. Çinliler kesin bir yenilgiye uğradılar ve çok aşağılayıcı bir
anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldılar: Bu anlaşmaya göre Çin’de afyon
ticareti yasal sayılacaktı. Lin Zexu ise hükümetteki görevinden alındı
ve sürgüne gönderildi.

Üstte: Özgürlük isteyen Hintlileri ağır bir saldırı ile bastıran İngilizler
Altta: Hint ordusu için asker seçen İngiliz askeri.
|
Portekizliler ise sözde “üstünlüklerini”
Angola halkını köleleştirerek gösterdiler. Bu bölgede yaşayan halkın
büyük bölümünü gemilerle kaçırdılar ve beş yıllığına “sözleşmeli”
işçiler olarak deniz aşırı yerlere gönderdiler. Ancak “işçilerin” çok az
bir kısmı sözleşmenin sonunu görebilecek kadar yaşadı.
70 İşgal
edilen yerlerin hemen hemen hepsinde işgalci devletler uygun gördükleri
topraklara ve kaynaklara el koydular, kendi ülkelerinden gelen
yerleşimcilere veya şirketlere bu yerleri verdiler. Yerlerinden edilen
yerli halka ise hiç ilgi gösterilmedi. Bu halkların paraları, iş
güçleri, malları ve maden kaynakları sonuna kadar sömürüldü.

Üstte: Windsor Dükü Prens Edward, Koiyahur Mihracesi’nden hediyeler kabul ederken.
Altta:Çuval yarışı yaparak, Kraliçe Viktorya’nın doğum gününü kutlayan İngiliz askerlerini eğlendiren Zululular.
|
İngilizler, sömürgelerinden aldıkları pamuk, çay, maden cevherleri
gibi ham maddeleri İngiltere’ye getiriyorlardı. Daha sonra bu ham
maddelerle üretilen mallar tekrar sömürgelere getirilerek çok yüksek
fiyatlara satılıyordu. Hindistan’dan alınan pamuk İngiltere’de işleniyor
ve tekrar Hindistan’a satılıyordu. Asıl ilginç olan ise Hindistan’da
Hint pamuğunun satışının yasaklanmış olmasıydı, yani sadece İngilizlerin
sattığı pamuk kullanılabiliyordu. Ayrıca Hintliler, sadece İngilizlerin
ürettikleri tuzu satın alabiliyorlardı.
Yeni emperyalizmin bir başka haksız uygulaması da, egemenlik altına
alınan ülkelerin yöneticilerine saygısız davranılması, bu kişilerin
önemsenmemesidir. Oysa önceki dönemlerde, Kraliçe Elizabeth’ten
Napoleon’a kadar tüm yöneticiler yabancı liderlere eşit şekilde
davranmışlardı. Ne var ki, 19. yüzyılda Avrupalılarda giderek güçlenen
“kendini üstün görme saplantısı”, kabalık ve küstahlık getirdi.
Asıl ilginç olan ise Darwinist emperyalistlerin, başka milletleri
sömürürken, bunu kendilerince “aşağı ırkların” ve “geri kalmışların”
yükünü üstlenmek olarak göstermeleriydi. İddialarına göre dünyanın
gelişmesi için, üstün ırkın düzeninin tüm dünyaya yayılması, aşağı
olanların kalkındırılmaları gerekiyordu. Diğer bir deyişle, sömürgeci
güçler işgal ettikleri topraklara “medeniyet” götürdükleri
iddiasındaydılar. Ancak uygulamaları ve politikaları onların bu sözde
“iyi niyetli” iddialarının gerçekleri yansıtmadığını gösteriyordu.
Sosyal Darwinist düşüncelere sahip 19. ve 20. yüzyıl sömürgeci
devletleri, gittikleri ülkelere refah, mutluluk, kültür ve medeniyet
değil, kargaşa, kavga, korku ve aşağılanma getirdiler. Sömürgeciliğin
sömürge ülkelere bazı yararlar sağladığı kabul edilse de, zararları çok
daha fazlaydı.
|
|
ransızlar 1827 yılında Cezayir’i işgale başladılar.
Sömürgecilik anlayışının bir gereği olarak kendileri dışındaki
milletleri ikinci sınıf insanlar olarak gören dönemin Fransızları,
Cezayir’de baskıya ve şiddete dayanan bir sistem kurdular. İlk önce
Arapça konuşmak ve eğitim görmek yasaklandı. Resmi konuşma dili sadece
Fransızca olarak kabul edildi. Daha sonra Cezayir ekonomik olarak tam
anlamıyla Fransa’ya bağımlı hale getirildi. Direnişler ise çok kanlı bir
şekilde bastırıldı.
Cezayir halkına yapılan işkence ve kötü muamelenin bir resmi. |
Karl Pearson’ın aşağıda yer alan acımasız, insanlıktan, merhametten
uzak sözleri sosyal Darwinizm’e dayalı ırkçı ve emperyalist görüşlerin
tam bir özeti niteliğindedir:
Mücadele acı çekmektir, ciddi anlamda acı çekmek demektir. Ancak
mücadele ve acı, beyaz adamın şu anda eriştiği gelişimin aşamaları
olmuştur. Artık mağaralarda yaşamıyor, köklerle ve kabuklu yemişlerle
beslenmiyor olması gerçeği bunu açıklıyor. Gelişimin, en uygun olan
ırkın hayatta kalmasına bağlı olması -bu bazılarınıza aşırı derecede
karanlık geliyor olabilir- hayatta kalma mücadelesine kendini affettiren
özellikleri kazandırmaktadır. İyi metal, kızgın metal potasından çıkar.
Kılıcın sabana dönüşeceği, Amerikalı, Alman ve İngiliz tacirlerin dünya
pazarlarında artık ham madde ve yiyecek için rekabet etmeyecekleri,
beyaz adamla siyah adamın aralarındaki toprağı paylaşacakları ve her
birinin toprağı istediği gibi işleyebileceği bir zamanı ümit
edebilirsiniz. Ancak bana inanın ki, o gün geldiğinde insanoğlu artık
ilerlemeyecektir. Aşağı ırkın doğurganlığını kontrol edecek hiçbir şey
olmayacaktır; acımasız kalıtım kanunu doğal seleksiyon tarafından
kontrol edilmeyecek ve yönlendirilmeyecektir. İnsanoğlu
durağanlaşacaktır… Gelişim yolu ulusların enkazları ile kaplandı;
mükemmeliyete giden dar yolu bulamayan aşağı ırkların ve mağdurların
izleri her yerde. Yine de bu ölü insanlar, doğrusu, insanoğlunun
günümüzdeki daha yüksek entelektüel seviyesine ve daha derin duygusal
yaşamına yükselmesinde işe yarayan atlama taşlarıdır.
71
Dünyadaki ulusların çoğunu aşağı gören, onların
acılarını, ölümlerini sözde evrimleşme yolunda bir basamak olarak kabul
eden bu “dünya görüşü”nün tüm insanlık için ne kadar büyük bir tehlike
olacağı açıktır. Bu kitap boyunca dikkat çekilen tehlike de budur. Eğer
bir fikri, ne kadar tehlikeli olursa olsun veya ne kadar bilim ve mantık
dışı olursa olsun, birileri el birliği ile bilimsel bir gerçek gibi
sunar ve yoğun propagandasını yaparsa, o zaman bu fikir ve ürünleri, bir
süre sonra konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan insanlar
tarafından kabul görmeye başlayacaktır. İşte Darwinizm’in tehlikesi
bunda gizlidir. 19. ve 20. yüzyılda “hayatta kalma mücadelesi”, “üstün
ve aşağı ırklar arası çatışmalar” gibi kavramların doğruluğuna inanan
insanlar, bu iddiaları kendilerine siper ederek her türlü acımasızlığı
yapmışlar veya yapanlara ses çıkarmamışlardır. Bunun sonucunda ise
Hitler, Mussolini, Franco gibi hasta ruhlu, ırkçı, saldırgan, öfkeli,
merhametsiz diktatörler ortaya çıkmış, milyonlar bu insanların sözlerine
alkış tutmuş, on milyonlar ise bu zalimlerin ideolojileri yüzünden acı,
sefalet ve korku içinde yaşamış ve ölmüştür.
|
|
Soldaki küçük resim: 1919 yılında, Nebraska’da 5.000
kişilik beyaz bir güruh, adliye sarayını kuşatarak siyah bir tutukluyu
ele geçirdiler. Güruh, siyah adamı sakatlayana kadar dövdü, daha sonra
1000 kereden fazla ateş etti ve son olarak cesedini yaktı.
Büyük resim: Indiana’da 1930 yılında Thomas Shipp ve Abraham Smith adlı
iki siyah genç linç edildiler. Binlerce silahlı, beyzbol sopalı beyaz,
iki genci öldürene kadar dövdüler ve sonra astılar.
1930′larda Ku Klux Klan giderek daha da yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu
linç olayları, ırkçılığın getirdiği kin ve acımasızlığı gösteren sayısız
örnekten ikisidir. |
Sosyal Darwinizm ve Savaş
Sosyal Darwinizm’in ırklar arası çatışmanın milletlerin ilerlemesini
sağlayacağı aldatmacası, savaşlara da zemin hazırlamıştır. Sosyal
Darwinizm’in yaygın olduğu Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, savaş,
zayıfların elenmesi, güçlülerin hayatta kalması, insan ırkının
gelişebilmesi, ağırlık ve yük olarak görülen insanların yok edilmesi
için sözde “en uygun yol” olarak görülüyordu.
Tarih boyunca insanlık birçok savaş yaşamıştır. Ancak bu savaşlar,
genellikle sınırlarda, sivil halk doğrudan hedef alınmaksızın, savaşan
ülkelerin orduları arasında gerçekleşirdi. Sosyal Darwinist amaçlarla
yapılan savaşlarda ise asıl hedef halktı. Çünkü amaç sözde “uygun”
olmayan, kendilerince “aşağı” olan halkı yok etmek ve “gereksiz fazla
olan nüfusu” azaltmaktı.
|
|
| Çatışmanın, insanın doğasında olduğunu öne süren
Darwinist mantık, barış ve huzur içinde yaşamak yerine, milletleri
savaşa teşvik etmektedir. Ancak savaşın masum sivil halk üzerindeki
sonuçları ortadadır. |
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, savaşın Darwinist dayanaklarının
anlatıldığı yazılara ve konuşmalara sık sık rastlanıyordu. New York
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi dergisi Natural History’nin baş editörü
Richard Milner, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman entelektüellerin Darwinci
ve savaşçı görüşleri için şöyle demektedir:
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Alman
aydınlar doğal seleksiyonun karşı konulamaz bir güç, onları hakimiyet
için kanlı mücadeleye mecbur bırakan bir doğa kanunu olduğuna inandılar.
Siyasi ve askeri ders kitapları, Darwin’in teorilerini, dünya
hakimiyeti için yapılan araştırmanın “bilimsel” bir temeli olarak
geliştirdiler. Alman bilim adamları ve biyoloji profesörleri ise buna
tam destek verdiler.
72
General F. von Bernhardi de aynı yıllarda
The Next War (Bir Sonraki Savaş) adlı kitabında sosyal Darwinizm
propagandası yapmış ve savaşı övmüştü. Savaşın biyolojik bir zorunluluk
olduğunu iddia eden Bernhardi, dünyayı uygun olmayanlardan temizlemenin
en iyi yolunun savaş olduğunu iddia etmişti. Bernhardi “Savaş, öncelikli
önemi olan biyolojik bir zorunluluktur, insanlığın hayatında
vazgeçilemez bir düzenleyici unsurdur. Savaş, gücü artırır ve insanın
ilerleyişini teşvik eder” diyordu.
73
|
|
| Sosyal Darwinist mantık, acımasız Nazi sömürüsünün de
dayanağı olmuştur. Nazi işgali döneminde, Rus halkından milyonlarca kişi
köle işçi olarak sınır dışı edilirken, milyonlarca kişi de keyfi olarak
idam edilmişti. |
Savaşın “düzenleyici bir unsur” olduğunu öne sürmek ne akıl ve
mantıkla ne de bilimsel verilerle açıklanabilir bir durum değildir.
Savaş büyük can ve mal kayıplarına sebep olan, toplumların geleceği
üzerinde telafi edilmesi zor tahriplere neden olan yıkıcı bir güçtür.
Buna rağmen sürekli savaşmayı, katliamlar yapmayı sözde medeniyetin
bir gerekliliği olarak görenler, savaş çığırtkanlığı yapmaya devam
ediyorlardı. Örneğin Bernhardi kitabının bir başka yerinde şöyle
yazıyordu:
Savaş, yalnızca ulusların yaşamları için
gerekli bir unsur değil aynı zamanda, gerçekten medenileşmiş bir ulusun
en yüksek güç ve canlılık bulduğu kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır…
Savaş biyolojik açıdan haklı kararlar verir, çünkü kararları nesnelerin
doğasına dayanmaktadır… Bu yalnızca biyolojik bir kanun olmaktan öte,
ahlaki bir yükümlülük ve uygarlığın vazgeçilmez bir parçasıdır!
74

Savaşın insanlara yaşattığı acı sonuçlara rağmen, genç insanların savaşmaya mecbur edilmeleri, Darwinizm’in kirli yüzüdür.
|
Hiç şüphesiz bu telkinlere aldananların en büyük yanılgılarından biri
insanın yapısının savaşmaya uygun olduğunu ve savaşmanın insanlar için
kaçınılmaz olduğunu düşünmeleriydi. Onlara göre insanlar savaştıkça
enerji ve canlılık kazanmaktaydılar. Oysa bu büyük bir yalandır. Allah
insanları, barıştan huzur bulacak bir yapıda yaratmıştır. Kaos ve
çatışma insanın ruhunda büyük gerilim ve tedirginliklere neden olur.
İnsanın sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan en hızlı ilerleyişi huzur ve
güvenliğin hakim olduğu ortamlarda mümkündür. Savaş ve çatışma ise
yalnızca yıkım ve kayıp getirir. Gertrude Himmelfarb, Darwin and the
Darwinian Revolution (Darwin ve Darwinci Devrim) adlı kitabında, sosyal
Darwinizm’in savaşa bakış açısı için şu yorumda bulunur:
Generaller için, öncelikli olan savaş
ihtiyaçlarıydı, emperyalist maceralar ve ulusal deneyler ardından
geliyordu. Diğerleri için ise durum tam tersiydi: Emperyalist ve
milliyetçi tutkular savaşı ve militarizmi getirdi. Hatta öyleleri de
vardı ki, savaşın üstünlüklerini, militarizm ve milliyetçilik gibi
sorumluluklar olmaksızın da seviyorlardı; bu en saf ve en ön yargısız
haliyle sosyal Darwinizm idi.
75
Evrimci antropolog ve Darwin’in yaşam
öyküsünün yazarı Sir Arthur Keith de, savaş taraftarı olduğunu açıkça
ifade etmiş, kişisel olarak barışı sevmesine rağmen böyle bir deneyimin,
yani barışın sonuçlarından korktuğunu söyleyerek oldukça çarpık bir
bakış açısı sergilemiştir. Beş yüzyıl devam eden barış döneminden sonra
dünyanın, “kaç sonbahar boyunca budanmamış ve sonsuz yıllar boyunca
kontrol edilmeyen aşırı bir büyüme ile isyan etmiş bir meyve bahçesi”ne
dönüşeceği gibi mantık dışı bir öngörüde bulunmuştur.
76
Keith’in sözleri, Darwinist telkinlerin insanları ne kadar
acımasızlaştırabildiğinin bir göstergesidir. Keith, dünyanın zaman zaman
“budanması” gerektiğine, yani dünyanın güçlenmesine sözde engel olan
“unsurların” kesilip atılması gerektiğine inanıyordu. Açıkça vahşetin
savunuculuğunu yapıyordu. Keith’in sözünü ettiği “budama” savaşlardı.
Savaşlarda ölenler, yani Keith’in “atılması gerekenler” olarak
gördükleri ise zavallı kadınlar ve erkeklerle, masum çocuklardı.
Darwinizm’in aldatmacalarına kananların, bu masumlar için acıma, sevgi,
şefkat duymaları mümkün değildir. Çünkü inandıkları teori, onlara beyaz
ırkı geliştirip güçlendirmek için gerekirse, zayıf görülenlerin yok
edilebileceği vicdansızlığını telkin etmektedir. Bu da tarih boyunca
eşine az rastlanır zalimliklerin yaşanmasında neden olmuştur.
|
|
| İnsanlar, savaşı yaşamadıkları sürece, savaşın ne kadar
büyük bir felaket olduğunu düşünemeyebilirler. Ancak unutmamak gerekir
ki, savaşlar milyonlarca masum insan için büyük üzüntüler, kayıplar ve
acılar demektir. Dünyayı savaşların ve çatışmaların olmadığı, huzur ve
güven dolu bir yer haline getirmenin yolu din ahlakına uygun olmayan
ideolojilerin fikren ortadan kaldırılması ve Allah’ın emri olan güzel
ahlakın yaygınlaştırılmasıdır. |
İşte sosyal Darwinizm’in savaş hakkındaki bu sapkın yorumları, 19.
yüzyıldan itibaren aralıksız devam eden savaşların, iç çatışmaların,
kavgaların ve katliamların temel nedenlerindendir. Sosyal Darwinizm
hakkında hiçbir şey bilmeyen bazı insanlar bile, temeli bu teoriye
dayanan savaş çığırtkanlığının sonucunda, sosyal Darwinizm’in etkisi
altına girmişlerdir.
|
|
|
1906 yılında linç edilen Afrikalı Amerikalılar.
Allah sevgisi ve O’nun yarattığı insanlara karşı
merhamet ve acıma hissi hakim olmadığı sürece, insanlık bu tür dramları
yaşamaya devam edecektir.
|
20. yüzyılın başlarında ise sadece bir grup
marjinal ideolog değil, gazetecilerden akademisyenlere ve
politikacılardan bürokratlara kadar birçok kişi savaşın gerekliliğine
inanma yanılgısına kapılmıştı.
77 Yani
kadınların, çocukların, yaşlıların, muhtaç durumdaki insanların yok
edilmeleri, genç insanların umursuzca cepheye sürülmeleri sözde
“insanlık yararına” teşvik ediliyordu.
Bu görüşler en üst makamlar tarafından da
paylaşılıyordu. Örneğin Alman Şansölyesi Bethmann-Hollweg, Birinci Dünya
Savaşı başladığında orta sınıf arasında yaygın olan Slavlar ve
Cermenler arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu hakkındaki görüşü
paylaşıyordu.
78 Kaiser’in
de aynı görüşleri paylaştığı bilinmekteydi. Birçok tarihçinin de kabul
ettiği gibi, savaşın kaçınılmaz olduğu, aşağı ırkların temizlenmesi için
doğal ve faydalı olduğu yönündeki vicdan dışı iddia, Birinci Dünya
Savaşı’nın en önemli nedenlerinden biriydi.
Faşizmin öncüsü sayılan Alman felsefeci
Nietzsche, Almanya’da sosyal Darwinizm’in en önde gelen savunucularından
biriydi. Nietzsche’nin sözlerinde de, Bernhardi ile aynı nedenlerden
savaş taraftarı olduğu açıkça görülüyordu. Nietzsche’ye göre ideal
toplumsal sistem, savaşı merkez almalıydı: “Erkekler savaş için
eğitilecekler ve kadınlar ise savaşçıların tekrar dünyaya gelmesi için
çalışacaklar; bunun dışındaki herşey ahmaklıktır.”
79 Nietzsche’nin sapkın bakış açısına göre hayat sadece savaştan ibaretti ve herşey savaş içindi.
Hem Darwin’in hem de Nietzsche’nin büyük bir hayranı olan Hitler de,
onların savaşçı fikirlerini uygulamaya koyan fanatik bir sosyal
Darwinistti. Hitler, militarist düşüncelerini evrim teorisi ile
birleştirerek şöyle demişti:
Doğanın tamamı güç ve zayıflık arasındaki sürekli çatışma ve güçlünün zayıf üzerindeki sonsuza kadar süren zaferidir.
80

Sosyal Darwinist felsefenin hakim olduğu 20. yüzyıl, savaşların ve
çatışmaların yüceltildiği bir yüzyıl oldu. Ve işte bu nedenle tarihe
kanlı bir yüzyıl olarak geçti. Dünyanın pek çok yerinde milyonlarca
insanın yüzünden acı ifadesi on yıllarca eksilmedi.
|
Hitler ve benzerlerinin iddia ettikleri bu fikirler, aslında büyük
bir cehaletin ürünüydü. Militarist ve saldırgan düşüncelerini,
kendilerince evrim teorisiyle birlikte bilimsel bir zemine
oturttuklarını zannedenler sadece kendilerini aldatmaktaydılar. Ne var
ki bu aldanışa peşlerinden sürükledikleri on binlerce insanla, dünya
tarihinde eşine az rastlanır bir yıkımın mimarı oldular.
Yazar -ve Siyonist hareketin öncülerinden- Max Nordau “The Philosophy
and Morals of War” (Savaşın Felsefesi ve Ahlakı) adlı makalesinde
Darwin’in, savaş taraftarlarının en önde gelen ismi olduğunu söyler:
Tüm savaş taraftarları arasındaki en büyük
otorite Darwin’dir. Evrim teorisinin ilanından sonra, doğal
barbarlıklarını Darwin’in ismi ile gizleyebiliyorlar ve kalplerinin
derinlerindeki zalim içgüdülerini bilimin son sözü olarak
gösterebiliyorlardı.
81
Columbia Üniversitesi’nde tarih dersleri veren Jacques Barzun ise,
Darwin, Marx, Wagner adlı kitabında Darwinizm’in ulaştığı her yerde
militarizmi ve savaşçılığı ateşlediğini ve savaşı bir sembol haline
getirdiğini belirtmiştir:
Savaş, dünyadaki insani işlerin sembolü,
imajı, teşviği, sebebi ve dili haline gelmiştir. 1870-1914 dönemi
edebiyatının önemli bir kısmını incelememiş olan bir kişi, kan dökmek
için yapılan bitmez tükenmez gayretin bu boyutlarda olduğunun farkına
varamaz. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan militanlar savaşı adeta
şiirleştirmiş, savaş beklentisinden büyük haz duymuşlardır. İnsanlığın
varoluş amacının sadece hayat mücadelesi olduğunu ve bu mücadelede
kaybedenlerin ölmesinin de doğal karşılanması gerektiğini
savunmuşlardır….
82
Barzun yine aynı kitabında sosyal Darwinizm’in ırkçı, savaşçı ve
çatışmacı yönünün 19. yüzyıl sonlarından itibaren özellikle Avrupa’yı
nasıl etkisi altına aldığını şöyle açıklamıştır:
1870 ve 1914 yılları arasında her Avrupa
ülkesinde silahlanmayı isteyen bir savaş partisi, acımasız bir rekabet
isteyen bireyci bir parti, geri kalmış insanlar üzerinde serbest bir el
isteyen emperyalist bir parti, yabancılara karşı içten tasfiyeyi
sağlayacak olan sosyalist bir parti vardı. Bu partilerin tümü zaferi
kutladıklarında ya da yenildiklerinde hatta daha önce, bilimin tekrar
canlanması anlamına gelen Spencer (sosyal Darwinizm’in kurucusu) ve
Darwin’i desteklemişlerdi. Irk biyolojikti, sosyolojikti; Darwinciydi.
83
|
|
| Yapılan savaşlarda mağdur olanlar sadece sivil halk
değildir. Kan, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen batıl bir
felsefe sonucu, savaşmaya zorlanan askerler de, savaşın zalim
görüntülerinin bir parçası olmuşlardır. |
Pek çok akademisyen ve yazarın eserlerinde tespit edip dile getirdiği
bu Darwinist aldatmacalar, 20. yüzyılın neden savaşların, katliamların,
soykırımların yüzyılı olduğunu açıklayan ifadelerdir.
Allah Katında Üstünlük Irka Göre Değil Takvaya Göredir
Irkçılığın dehşeti sadece Naziler ile sınırlı değildir. Dünyanın
birçok yerinde ırkçılık nedeniyle büyük felaketler yaşanmış, yüzbinlerce
insan ırkçılık yüzünden öldürülmüş, aşağılanmış, evlerinden,
ailelerinden zorla alınarak köleleştirilmiş ve sözde hayvan muamelesi
görerek sonunda ölüme terk edilmiş, ilaç deneylerinde kobay olarak
kullanılmış, hayatları hiçe sayılmıştır. Bu kitapta verilen örnekler,
ırkçılığa dayalı vahşetin ve acımasızlığın belgelenebilmiş olan
örneklerinden sadece birkaçıdır.
|
|
Siyah bir avukata saldıran beyaz öğrenciler. Irkçılık;
öfke, kin, saldırganlık ve çatışma sebebidir. Bu öğrenciler, hiç suçu
olmayan bir insanı sadece derisinin rengi yüzünden öldürebilecek kadar
insanlıktan çıkmışlardır. Onları bu hale getiren ise, bilerek veya
bilmeden, telkini altında yaşadıkları sosyal Darwinizm’dir.
Üstte, 1930 yılında Alabama’da bir yolcu otobüsü. Beyaz olmayanlar için
“Colored Passengers” (beyaz olmayan yolcular) ifadesi ile belirtilerek
ayrı bir bölüm yapılmış. |
|
|
|
. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. (Maide Suresi, 2)
Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte
bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri
vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
(Bakara Suresi, 112)
|
Materyalist bir teori olan Darwinizm’in öngördüğü toplum yapısının
nasıl olduğunun iyi tespit edilmesi gerekir. Sosyal Darwinizm, diğer tüm
materyalist toplumsal teoriler gibi, insanın sadece kendisine karşı
sorumlu ve kendi çıkarları için yaşayan bencil bir varlık olduğunu öne
sürdüğü için, hiçbir zaman bireylere ve topluma güzel ahlak ve mutluluk
kazandıramaz. İnsanın güzel ahlak ve mutluluk kazanması için, bencil
hırslarından vazgeçmesi gerekir. Bunun nasıl olacağını insana öğreten
ise Rabbimiz’in emri olan din ahlakıdır. Kuran’da, insana Allah’a karşı
olan sorumlulukları ve O’nun rızası için uyması gereken ahlaki değerler
bildirilmiştir.
|
|
Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte bulunarak
kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri vardır.
Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
(Bakara Suresi, 112) |
Eğer bir insan Allah’ın emirlerine, Allah’ın indirdiği Kitap’a iman
eder ve uyarsa, o zaman insanlara karşı sevgi, merhamet, şefkat
duyguları ile dolu olur.
Allah’tan korkan, Allah’ı seven ve O’nun emirlerine itaat eden
kişiler, insanları Allah’ın yarattığı birer varlık olarak sever, onlar
arasında ırklarına, milletlerine, tiplerine, renklerine, dillerine göre
bir ayırım yapmazlar. Her birinde Allah’ın yarattığı bir güzellik görür,
bu güzellikten zevk alırlar. İnançları nedeniyle sevecen, merhametli,
koruyucu insanlar olurlar. Ne var ki Darwinizm’in yalanları ile beyni
yıkanan bir insan diğer ırklardan, milletlerden nefret eder, onları
ezmekten, hatta yok etmekten zevk alır, çevresine daima gerilim,
mutsuzluk ve korku getirir. İşte 19. ve 20. yüzyılda görülen ırkçılık ve
emperyalizm, Darwinist dünya görüşünün bir sonucudur.
Allah, Kuran’da ırklara göre ayırım yapılmasını yasaklamış,
insanların ahlakları ve imanları ile Allah Katında üstünlük elde
edebileceklerini bildirmiştir:
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve
birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde)
kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya
da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah,
bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
KAYNAKLAR
37. Karl A. Schleunes, The Twisted
Road to Auschwitz (Urbana, Illinios, University of Illinois Press,
1970), s. 30, 32; Jerry Bergman, Eugenics and Nazi Racial Policy, s. 118

38. Sidney M. Mintz, American Scientist, vol.60, Mayıs/Haziran 1972, s. 387

39. John C. Burham, Science, vol.175, 4 Şubat 1972, s. 506

40. Edwin G. Conklin, The Direction of Human Evolution, New York, Scribner’s, 1921, s. 34

41. http://www.ncl.ac.uk/lifelong-learning/distrib/darwin/08.htm

42. George Gaylord Simpson, “The Biological Nature of Man”, Science, vol.152, 22 Nisan, 1966, s. 475

43. Henry Fairfield Osborn, “The Evolution of Human Races,” Natural
History, Ocak/Şubat 1926; ikinci kez yayınlanışı Natural History, vol.
89, Nisan 1980, s. 129

44. James Ferguson, “The Laboratory of Racism”, New Scientist, vol. 103, 27 Eylül 1984, s. 18

45. Stephen Jay Gould, “Human Equality is a Contingent Fact of History”, Natural History, vol.93, Kasım 1984, s. 28

46. Charles Darwin, The Descent of Man, 2. baskı, New York, A L. Burt Co., 1874, s. 178
47. Charles Darwin, The Voyage of the Beagle, (edited David Amigoni, London: Wordsworth, 1997), Bölüm 10, “Tierra Del Fuego”

48. Charles Darwin, The Voyage of the Beagle, s.477

49. http://www.ncl.ac.uk/lifelong-learning/distrib/darwin/08.htm

50. Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Vol. I, 1888. New York, D. Appleton and Company, s.285-286

51. Stephen Jay Gould, Ontogeny and Phylogeny, Cambridge, Mass: Harvard University Press, 1977, s. 12752.

52. Thomas Huxley, Lay Sermons, Addresses and Reviews, New York, NY:Appleton, 1871, s. 20

53. Robert Lee Hotz, “Race has no basis in biology, researchers say,” Los Angeles Times, 20 Şubat 1997

54. Susan Chaves Cameron, Journal of Counseling and Development, 76:277-285, 1998

55. Natalie Angier, “Do Races Differ? Not Really, DNA Shows”, New York Times, 22 Ağustos 2000

56. Natalie Angier, “Do Races Differ? Not Really, DNA Shows”, New York Times, 22 Ağustos 2000

57. Natalie Angier, “Do Races Differ? Not Really, DNA Shows”, New York Times, 22 Ağustos 2000
58. Genetically Speaking, Race Doesn’t Exist In Humans http://www.eurekalert.org/pub_releases/1998-10/WUiS-GSRD-071098.php

59. Genetically Speaking, Race Doesn’t Exist In Humans http://www.eurekalert.org/pub_releases/1998-10/WUiS-GSRD-071098.php

60. Time, 16 Ocak 1995

61. Time, 16 Ocak 1995

62. Jim Knapp, Imperialism: The Struggle to Be Superior, http://www-personal.umich.edu/~jimknapp/papers/Imperialism.html

63. Encyclopedia Britannica, 1946 edition, volume 12, page 122A

64. Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, Chicago, Elephant Paperbacks, Ivan R. Dee, Publisher, 1996, s. 416

65. Hans-Ulrich Wehler, The German Empire, s.180, http://www.geocities.com/Area51/Rampart/4871/Darwin.html

66. T. D. Hall, The Scientific Background of the Nazi “Race
Purification” Program, US & German Eugenics, Ethnic Cleansing,
Genocide, and Population Control, http://www.trufax.org/avoid/nazi.html

67. Charles Darwin, The Decent of Man, s. 297

68. Karl Pearson, National Life from the Standpoint of Science,
Cambridge, Cambridge University Press, 1900, s. 11-16, 20-23, 36-37,
43-44

69. Karl Pearson, National Life from the Standpoint of Science,
Cambridge, Cambridge University Press, 1900, s. 11-16, 20-23, 36-37,
43-44

70. John Merriman, A History of Modern Europe, Volume Two: From the French Revolution to the Present, s.990-991
71. Karl Pearson, National Life from the Standpoint of Science, 1900

72. Richard Milner, Encyclopedia of Evolution: Humanity’s Search for Its Origin, s. 59

73. Oscar Levy, Complete Works of Nietzsche, 1930, Vol. 2, s. 75

74. Richard Hofstadter, Social Darwinism in American Thought, s. 197;
Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, s. 417

75. Richard Hofstadter, Social Darwinism in American Thought, s. 197;
Gertrude Himmelfarb, Darwin and the Darwinian Revolution, s. 417

76. Arthur Keith’in, Machin’in Darwin’s Theory Applied to Mankind adlı
kitabına yazdığı önsözden, s. Viii; Gertrude Himmelfarb, Darwin and the
Darwinian Revolution, s. 417

77. W. Carr, A history of Germany 1815-1990, 4. Baskı, s. 205; Ernst Haeckel, Der Kamkpf um den Entwicklungs-Gedanken, 1905

78. W. Carr, A History of Germany 1815-1990, 4. Baskı, s. 208
79. Oscar Levy, Complete Works of Nietzsche, 1930, Vol. 2, s. 75

80. H. Enoch, Evolution or Creation, 1966, s. 147-148

81. Max Nordau, “The Philosophy and Morals of War”, North American Review, 169 (1889), s. 794

82. Jacques Barzun, Darwin, Marx, Wagner, Garden City, New York, Doubleday, 1958, s. 92, 93
83. Jacques Barzun, Darwin, Marx, Wagner, s. 92-95